İktisadi kalkınma ve çevre arasındaki ilişki, büyüme ve kalkınma teorileri çerçevesinde 1970’li yıllardan beri tartışılmaktadır. İlk yıllarda araştırmacılar, doğal kaynakların sonlu olduğu varsayımından hareketle büyümenin de sınırlı olduğunu ifade etmişlerdir Bu nedenle 1972 yılında Roma Kulübü tarafından hazırlanan “Büyümenin Sınırları” adlı rapor, kalkınma politikalarında ekonomi ile doğal çevrenin karşılıklı bağımlılığının dikkate alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu rapora göre, dünya nüfusundaki, sanayileşmedeki, çevre kirliliğindeki, gıda üretimindeki ve doğal kaynak kullanımındaki mevcut artış eğiliminin devam etmesi halinde, yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde küresel ekonomik büyümenin sınırlarına ulaşılacaktır. Bununla birlikte sürdürülebilirlik kavramı da tartışılmaya başlanmıştır. Ayrıca Sürdürülebilir kalkınma, 1987 yılında Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından yayımlanan “Ortak Geleceğimiz” adlı raporda daha da genişletilmiş ve yaygın kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Bu raporda, gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeden insanoğlunun bugünkü ihtiyaçlarını karşılayabilmesi sürdürülebilir kalkınma olarak tanımlanmıştır.

Bu vizyonla oluşturulan çevre ve kalkınma politikalarının amaçlarını şöyle sıralanabilir:

  • Büyümeyi canlandırmak
  • Büyümenin kalitesini artırmak
  • İş, gıda, enerji, su ve halk sağlığı gibi temel ihtiyaçları karşılamak
  • Sürdürülebilir bir nüfus seviyesini sağlamak
  • Karar vermede çevre ve ekonomiyi birleştirmek

Dünya, günümüzde çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi tehditlerin etkisi altındadır. Bu tehditler, tüm dünyada sosyal ve ekonomik hayatı derinden etkilemektedir. Şüphesiz ki alınacak önlemlerden biri küresel ölçekte sera gazı emisyonunu azaltmaktır. Ancak, ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyeceği kaygısıyla ülkeler bu konuda isteksiz davranmakta ve sağlam bir küresel uzlaşı zemini oluşturulamamaktadır. Kısa dönem de bu endişeler gerçekçi olsa bile, uzun dönemde bu endişelerin yersiz olduğu düşünülmektedir.

2. Dünya savaşından sonra hızlı artan sanayi üretimi, 1980 sonrasında Neo-Klasik iktisat akımı içerisinde artan küreselleşme ve kapitalizm süreci doğal kaynakların aşırı kullanımına, çevrenin tahribatına, küresel ısınmaya yol açarak sürdürülebilir bir kalkınma modeli olmadığı eleştirileri almıştır. Artan nüfus ve kaynak kullanımı ve bozulan ekolojik dengenin gelecek nesillerin yaşamlarının sürdürebilmeleri açısından bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu etkiler ile mücadele edebilmek için “Yeşil Ekonomi” kavramı ortaya atılmıştır. Bununla birlikte ülkelerin ekonomik gelişme düzeylerinin belirlenmesinde en sık kullanılan ölçüt Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’dır. Ancak gelir dağılımının adaletsiz yapısı, çevre kirliliğinin artması, ekolojik dengenin bozulması ve küresel ısınmanın olumsuz etkileri gibi olaylar, son yıllarda ekonomik gelişme kavramının içeriğini, boyutlarını ve amaçlarını zenginleştirmiştir. Böylelikle bu kavram, ekonomik faktörlerin yanına sosyal ve çevresel faktörlerin de eklenmesiyle çok boyutlu bir yapıya kavuşmuştur. Söz konusu tartışmalar çerçevesinde gündeme gelen yeni kavramlardan biri ise yeşil ekonomidir. Yeşil Ekonomi kavramı dünyadaki tüm insanları içine alan hem bugünkü hem de gelecekteki nesiller için yaşanılabilir bir çevre oluşturulması, sürdürülebilir büyümenin sağlanması, kaynakların daha etkin kullanması, daha adil ve eşitlikçi bir dünya toplumu yaratma fikridir. Ayrıca Yeşil ekonomi, ekonomik, sosyal ve çevresel yönleri olan çok boyutlu bir kavramdır. Bu kavramın, çevrenin korunmasına dair var olan ekonomik kaygıyı azaltabileceği ve çevrenin korunarak da sosyal ve ekonomik gelişmenin sağlanabileceğini değerlendirilmektedir. Günümüz ekonomik modelinin sürdürülemez olduğu anlaşıldığından bugün için yeşil ekonomiye geçiş bir tercihten ziyade bir zorunluluk arz etmektedir. Çünkü artan küresel ısınma ekolojik dengeyi bozmakta bu durum dünya üzerine tüm canlıları tehdit etmektedir. Yeşil ekonomi içerisinde faaliyet gösteren sektörler sadece doğaya zarar vermeden üretilen enerji ve tarımsal faaliyetler olarak algılanmamalıdır. Bunun yanında ekosistemin zarar görmesini engelleyen, ekosistemi koruyan ve onaran, sanayi üretimini doğaya uygun bir şekilde gerçekleştirerek çevreci anlayışı içeren işler bütünüdür. Bu anlayış içerisinde zararlı atıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olarak arıtma tesislerinin kurulması, doğaya uygun mimari uygulamalara öncelik verilmesi, insan eliyle bozulan alanların onarılmasına yönelik faaliyetlerin yapılması, yenilenebilir enerji sistemlerine ve enerji tasarrufuna yönelik uygulamalar, toplu taşıma sistemlerinin geliştirilmesi ve bu kapsamda yapılan araştırma ve geliştirme faaliyetleri yeşil ekonomik faaliyet olarak değerlendirilmektedir.

Sonuç olarak yeşil ekonomiye bakıldığında; yeşil ekonominin, ekolojik problemleri ve çevresel riskleri önemli oranda azaltırken, aynı anda insan refahını ve sosyal eşitliği artırmaktır. Bu bağlamda, yeşil ekonominin geçerli olduğu bir ortamda, kamu ve özel sektör yatırımlarıyla birlikte gelir ve istihdam yükselir, enerji ve kaynak etkinliği artar. Bunun yanı sıra, karbon emisyonları ve kirlilik oranları düşerken, biyoçeşitlilikteki ve ekosistemdeki azalmalar engellenir. Ekonomik ve sosyal değişkenlerdeki ilerlemeye ek olarak, adil gelir dağılımını artıracak ve yoksulluğu azaltacak sosyal politikaların uygulanması ve beşeri sermayenin gelişimine kakı sağlayacak sağlık, eğitim ve altyapı yatırımlarının artırılması sosyal endeksi ve dolayısıyla ülkenin yeşil ekonomi performansını geliştirebilir. Özellikle çevresel değişkenler de sağlanacak olumlu gelişmeler yeşil ekonomi performansını daha da artıracaktır. Bu bağlamda, ekonomiye de katkı sağlayacak yeşil teknolojilerin geliştirilmesi, yeşil işlerin yaratılması, doğal kaynakların ve enerjinin etkin kullanılması, tarım arazilerin ıslahı ve verimliliğinin artırılması hem ekonomik hem de çevresel performansı artırabilmektedir.

Bu Sayfayı Paylaş